Atomların var olmadığına dair şüpheler artıyor: Gerçekten varlar mı?
Kuantum mekaniği ile birlikte, Demokritos'un keşfinden yaklaşık 22 yüzyıl sonra Dalton ve Rutherford, kendi atom modellerini geliştirdiler. Bu gelişmeler sayesinde atomun doğasını daha net bir şekilde anlamaya başladık.

Prof. Dr. Sertaç Öztürk - @Sertac_Oztrk
İnsanın en önemli özelliklerinden biri, hikayeler yaratıp onlara inanmasıdır. Olayları, doğayı, insanları ve kendisini anlamlandırmak için nedensellik odaklı hikayeler uydurur. İlk çağlarda bu hikayeler genellikle doğayı anlamlandırmak içindi ve tanrılar doğa olaylarının nedeni olarak kabul edilirdi.
Örneğin, depremler Poseidon’un üç çatallı mızrağını yere vurmasıyla gerçekleşirken, karın yağması ya da yıldırımların düşmesi Zeus’un yeryüzüne attığı oklar olarak görülürdü. İnsanlar yarattıkları mitlerden vazgeçip akıllarını kullanmaya cesaret ettiklerinde, göremedikleri atomların varlığını bile öngörmeyi başaracaklardı.
LOGOS’A GEÇİŞ
Mitos’tan Logos’a geçiş, Muğla yakınlarındaki Milet’ten başlar. Doğaüstüne başvurmadan doğayı somut gerekçelerle anlamaya çalışan ilk kişiler Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’ti. Aristoteles’in “ilk fizikçiler” olarak adlandırdığı bu üçlü, doğadaki her şeyi oluşturan “arkhe” adını verdikleri temel yapı taşını merak ediyorlardı. Thales, temel yapı taşını su olarak tanımlarken, Anaksimandros buna “aperion” (sınırı olmayan ve belirsiz) ve Anaksimenes de hava demişti. Her şeyin değiştiğini savunan Herakleitos’a göre ise arkhe, değişime neden olan ateşti.
Felsefe kısmından bilime geçersek, atomların gerçekten var olduğunu ve Demokritos’un öngörüsünde haklı olduğunu nasıl biliyoruz? 19. yüzyılın sonlarına kadar, atomların varlığı bilim dünyasında geniş çapta kabul görmüyordu. Özellikle fizikçi ve filozof Ernst Mach gibi isimler, atomların varlığına inanmayıp, onları kimyasal reaksiyonları daha anlaşılır kılmak için geliştirilmiş soyut bir kavram olarak görüyorlardı. 1897’deki bir konferansta Mach, Boltzmann’ın sunumundan sonra herkesin önünde atomların varlığını reddetti. O dönemde birçok bilim insanı, kimyagerlerin suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğu gibi formüllerini gerçek birer varlık değil, sadece kimyasal işlemleri açıklayan bir yöntem olarak görüyordu. Atomların var olduğu düşünülemiyordu, çünkü görünmezlerdi ve görünmeleri de mümkün değildi.
Brown Hareketi
Atom hipotezinin kesin olarak kanıtlanması için 1905 yılına kadar beklemek gerekti. Bu yılda Albert Einstein, fizikte çığır açan üç önemli makale yayınladı ve bunlardan biri, atomların varlığını kesin olarak kanıtladı. Einstein, Demokritos ve Leukippos’un yüzyıllar önce öne sürdüğü atom fikrini destekleyen bir çözüm geliştirerek, atomların boyutlarını hesaplamayı başardı. Yani moleküllerin ve dolayısıyla atomların sonlu bir boyutu vardı. Einstein’ın çözümü basit bir gözleme dayanıyordu: Sıvılar içerisindeki küçük parçacıkların, örneğin toz zerreciklerinin rasgele zikzaklar çizerek hareket etmeleri. Bu hareket, Robert Brown tarafından dikkatle incelendiği için “Brown hareketi” olarak adlandırıldı.
Einstein, atomların boyutlarını hesaplayarak bilim dünyasında o zamana kadar kuşkuyla yaklaşılan atom teorisini kesin olarak kanıtlamış oldu.
Demokritos’tan yaklaşık 22 yüzyıl sonra Dalton ve Ruhterford kendi atom modellini geliştirdi. Kuantum mekaniğinin doğuşu ile artık atomun doğasını daha net bir şekilde anlamaya başladık. Atomları bölüp en yıkıcı silahları da yaptık, atomun alt parçacıklarını kullanarak muhteşem teknolojiler de geliştirdik. Demokritos ile başlayan atomu anlama serüveni, hala insanlığı peşinden sürüklemeye devam ediyor.